Pazar, Mayıs 30, 2010

Basit Bir Yol Hikayesi...


Basit bir yol hikayesiydi belki...

Göz ucuyla bakılan henüz tanısılmamıs bir sabahla basladı herşey...

Kim bilebilirdi...

Dikkatle bakılmayan bir yüz...

Siyah düz, araları kırcıllı saclar... Bebeksi pürüzsüz bir ten...

Koyu kahve gözler, gözleri cevreleyen uzun siyah kirpikler, hemen üstünde beliren kaşlar,
yarı klasik, yarı spor İtalyan giyim tarzı, gül renginde dudaklar, karakteristik bir burun ve çene....

Muntazam bir yüz ve ona uygun muntazam genişlikte omuzlar, uzun parmaklı eller, sigarasını tutarken hafif aralık duran parmakları, gülüşü, degişik ses tonu...

İncelemişim farkında olmadan...

Teker teker yerleşmiş zihnime kareler...

İlk konusmamızdaki ukala tavırları, sürekli sorgulaması bende uyandırdıgı filozofik his...

Neden cok soru soruyor diye düsünmem...

Yerimde oturuyorum... Ruhum dolasıyor otobüs koridorlarında...

Ben gidiyorum yollar gidiyor... Her zaman rahat oldugum koltukta duramıyorum...

Herkes uyuyor, sessizce gidip koynuna kıvrılma hissi uyanıyor bende...

Kalkıyorum, parmaklarımın ucunda ilerliyorum... Kalbim küt küt adımlarıma karısıyor...

Neyle karsılasacagımı bilmeden daha ilk günden daha ilk geceden...

Sanki Eros bana kalleslik yapmıs sırtıma atmıs oklarının tümünü birden...

Her yanım kanıyor umrumda olmuyor, ilerliyorum...

Şoför arkası 2. sıra. Uyumuyor, müzik dinliyor...

Klasik müzik dinliyor... Şaşırtıyor beni... Belli ki boşuna gelmemişim...

Belli ki frekanslarımız tutuyor, beyninden gelen sinyalleri algılıyor...

Ay gibi güzel adı... Aydınlanıyorum yüzüne bakınca...

Dengem alt üst oluyor... Yastığımla geliyorum...

Nefesi nefesime karışsın istiyorum, bilerek ona dönük uyuyormus gibi yapıyorum...

Yanaşmıyor, yanaştırmıyor kendine...

Reddedilsem, ne yapardım bilmiyorum...

Karsı koyulmaz bir cekim gücüyle onun koruyucu kalkanını delmek, basımı omzuna koymak istiyorum...

Nafile, bir kız gibi sanki nazlanıyor bana sevdiceğim...

Ürkek bir ceylan gibi kaçıyor sanki...

Yastıgımı paylasıyorum sonunda daha sonra kendimi paylasacagım gibi...

Önce renkli bir kadeh içinde sunuyorum dudaklarımı, ardından tenimi ve kanımı...

Soluk soluğa kalıyor... Kan ter içinde boşalıyorum...

Deliler gibi tek bir yönde akıyorum...

Kanıyorum...

Aşık oldum yoksa canım yanmazdı biliyorum...



Salı, Mayıs 25, 2010

Haybeden...


Ruhunuzun sizi terkettiğini sandığınız bir an oldu mu?

Benim oldu... Bir sabah ezanında, açık kapıdan dışarıya süzüldü gitti...

Yakalayamadım... İşin tuhafı peşinden de koşamadım...

Önce yanımdaydı yanyana yatıyorduk... Boylu boyunca kıpırdamadan...

Sonra yavaşça doğruldu.... Üstünü açtı...

Çıplak ayaklarının sesini duydum yarı aydınlık odada...

Gölgesini bile yakalayamadı gözlerim...

Üzerimde çarşafım çırılçıplak kaldım...

Saç diplerimden tırnak ucuma kadar hissettim soğukluğunu...

Kanım çekildi... Gözlerimin feri söndü... Konuşamadım, dilim tutuldu...

Kesseler canım acımazdı bilirim...

Ruhum bana bakmadan çekti kapıyı, çekti gitti...

Geriye dağınık bir yatak ve hareketsiz bir beden...

Bir de ezan sesi...

Haybeden...


Denizli '10

Pazartesi, Şubat 08, 2010

Kesik...



Elinde mendili koşarak geldi.
Kanın yerde kalmasın dedi...
Sildi, temizledi...
Sakladım, görmedi.
Ve hiç bilmedi.
En derin kesik yüreğimde,
İnce bir çizgi bileğimde idi...




Cuma, Ocak 01, 2010

Yılbaşı Değil Yılsonu...


Nerdeeeee eski tombalacı Hayriye ile Muhittin'in sobada pişen kestanesi...
Bilmiyorum...

Tüketim toplumunun üretim toplumuna yaptığı koskocaman bir şaka aslında yeni yıl tantanası...
Eğlence mekanlarında yenilesi içilesi tüm ürünler, kafamıza takılası ışıklı, tüylü şeyler, çekilesi büyük ikramiyeler, gülünesi noel babalar, marketlerden alınası yılbaşı sepetleri, giyilesi kırmızı donlar bu üretim- tüketim döngüsünün olmazsa olmazları...

Yılbaşını evde geçiren biri olarak,gözlemlerime dayanarak şunları söylemek istiyorum.
Eski dönemlerde televizyonda dansöz çıktığında sevinen bizler, şimdi eğlence mekanlarında dansözler gibi göbek atmaktan keyif alıyoruz...

Devir değişiyor... 2010 yılındayız artık, çağ atladık...

Tombalanın yerini scrabble, tabu, monopoly aldı...
Kestanenin yerini paket paket, boy boy mısır cipsi, patates çerezleri...

Kestane pişirdiğimiz döküm sobaların yerini kalorifer petekleri...
Evlerimizde mandalina kabuğu, portakal çicekleri bile kokmaz oldu...

Kalabalık olmayı bile unuttuk, başkalarıyla akraba olmak dışında...
Daha da kalabalık olmayı hedefliyoruz gayri meşru çocuklarla...
(bkz: Taksim'de tacize maruz kalanlar)

Tonton dedeniz bir günlüğüne noel babalara kaptırıyor tahtını...
Ertesi gün tekrar dedenizin kucağında geçireceğiniz koca bir yıl olduğunu bile bile noel babanın kucağından geçiyoruz bir günlüğüne...

Yine kucağına alıyor bizi...
Gösterişli takma sakalı ve muhtemelen bir yastıktan ibaret koskocaman göbeğiyle...
Elini de öptürmüyor dedemizden farklı olarak... Bu modern adama kanımız kaynıyor... Aldanıyoruz alına moruna, patlıcan burnuna...
Yine kucağına alıyor bizi... Bağrına basıyor miniklerimizi...
Girdiğimiz oyuncakçı dükkanına, şekerciye koca bir bahşiş bırakarak zengin ediyoruz modern dedemizi...
Alan memnun, veren memnun...

Alışveriş merkezleri, sokaklar gelin gibi süslenmiş...
Etraftaki yapay, gerçek tüm çam ağaçları emrinize amade...
Paranız elverdiğince boy boy, çeşit çeşit olanları satın alabilmeniz mümkün...
Büyük marketler alkollü- alkolsüz yılbaşı sepetleri hazırlamışlar.
Tercihinize ve kesenize uygun olanları evlerimizin kapısına kadar getiriyorlar üstelik...

Mekanlar bin bir renkte süslenmiş...
Farklı konseptler, animasyonlar, sanatçılar, değişik dizaynlı sahneler, zengin mönülerle eğlence kahramanlarını arıyorlar...
Konuklarını bekliyorlar...

Peki biz neyi kutluyoruz neyin şerefine içiyoruz...

Yılbaşı gecesini dışarıda geçirmemiş olan birisi olarak belki içime dert olmuş bir tutum sergiliyor ya da dışarda geçirenlere gıcık oluyorum şeklinde yorumlanabilir yazdıklarım.
Alakası yok aslında...
Ben durumun ironik kısmını irdelemek istiyorum, mantık aranmayacak bir olayda mantık arama çabalarındayım belki...

Evet saçmalamışssın diyenleri duyar gibiyim... Alınmaca, darılmaca, kırılmaca yok...
Bende sizler gibi eğlenen kitleye mensup olabilirim elbet... Olmayacağım demiyorum...

Yalnızca yeni yılın paravan olarak kullanılmasından rahatsızım...
Üretim toplumu dayatmasının bu kadar aleni olmasından...
Neyi, niçin kutladığımız söz konusu...
Neden geçen yıla hayıflanmıyoruz mesela... Buna takılmış durumdayım...
Geçen sene yılbasına girerken de aynı dilekler ile girmemiş miydik?

Peki o halde niye uğursuz bir seneyi pencereden bacadan kovar gibi davranyoruz ki...
Ayıp olmaz mı? Hakkını yemiş olmaz mıyız koskoca geçirdiğimiz 365 günün...

Yaptıklarımız, yapamadıklarımız, ya da yapmaya çalıştıklarımız, düşündüklerimiz bu sene olmayınca seneye kalıyor... Yeni yıl uğur getirsin bize deniyor...Kuşlar, böcekler, çiçekler salıyorlar kucak kucak... Sevgi yumakları haline dönüştürüyorlar...

Hoppp yeni yıl geldi, hoş geldi...

Israrla yineliyorum yılbaşı değil, yıl sonu...
Düşündüklerimizi yapamadığımız için hayıflanıp, üzülme zamanı...
Topu 2010'nun şerefine değil 2009'un gidişine patlatma anı...

Patladığımız an bu andır...


"Hayriye'm Nerde Kaldı Şu Patlamış Mısırlar...
Bak Dansöz'de çıktı Magic Box 'ta..."


Muhittin'den İnciler...

Pazartesi, Aralık 28, 2009

Salı, Aralık 22, 2009

Rüyalarda Buluşuruz...


Uykularımızın 5 farklı evresi var. Bunlardan en önemli olan Rapid Eye Movement dediğimiz uykudaki “Rem” dönemi. Zaten rüyalarımızın büyük bir kısmını bu dönemde görüyoruz. Sadece 6 sn lik kısa bir dönem oldugu halde birbirinden ilginç rüyaları görebileceğimiz kadar uzun bir süreç bu aslında. (Ayrıntılı bilgi için Google sağ olsun )

Şimdi hepinizin eee neden bu teorik bilgi dediğinizi duyar gibiyim. Araştırmacı değilim, bilim adamı ( ya da kadını her ne haltsa) hiç değilim. Sadece bende sizler gibi bu 6 saniyenin azizliğine yakalanmış biçare bir rüyazedeyim. (Rüyasever de olabilirim hiç mühim değil)

Uykuyla uyanıklık arasında kaldığımız, bazen yorgunluktan sızdığımız, bazense uykuya hasret saydığımız koyunların, kuzuların, keçilerin ( bilumum küçükbaş hiç dana sayan görmedim :)) etkisiyle rüyalar alemine dalıyoruz. Günlük hayatın monotonluğudur ya bu, kimi zaman en ummadık kişiler yer alıyor bilinçaltımızda, kimi zamansa tanımadıklarımız... Hani dış kapının dış mandalını geçtim apartman kapısının bile dışında kalabilecek kimselerden bahsetmekteyim...

Uykuya dalarken ne düşünüyorsak o etkilidir derler genelde... Doğru mudur bilemedim...Esasında benim ilgilendiğim kısım rüyanın yorumlanışı... Yorum derken kime göre neye göre kısmı önemli ama sembolik olarak tıpkı fal gibi düşünün... Hani şu bakla falı, su falı, kahve falı gibi yoruma (ve artık umuma) açık mistik metaforlar...

Sembolik pek çok varlık, kişi, karakter, ses, rakam rüyalarımızda yer alabilir. Gayet normal bir durum... Gündelik hayatta bankada çalışırım rakam görürüm. İnsanlarla uğraşırım farklı kişiler görürüm gibi... Görme kısmı mühim değil. Hepimiz bir şeyler görüyoruz. Esas konu şu gördüğüm şeyi nasıl değerlendirmeliyim. Durum değerlendirmesini nasıl yapmalıyım ki bana bir faydası olsun....Mesela rakam görüyorsam sayısal oynamalı mıyım? Kişi görüyorsam adak adamalı mıyım merak ederim...

Kime sormalı, kime danışmalı bilemedim... Hekimlik bir durumda değil ki sorasın soruna cevap bulasın... Eski insanlar dediğimiz kişilere anlatırız rüyalarımızı. Yakınlarımıza bazen... Onlarda anlamı şudur budur derler hangi kitap yazıyorsa ya da nerden duymuşlarsa artık... Kişisel yorumlarını da söylerler bazen...

Haa bir de klişe vardır rüyalar tersine çıkar diye... Ağlarsan gülersin, gülersen ağlarsın...Uğursuz rüyaları hayırlara yorarsın.. Gündüz niyetine anlatırsın çoğu zaman... Hiç akşam niyetine rüyaların anlatıldığını da duymadım şahsen... Neden gündüz?

Anacığımdan duyduğum bir rüya vardır mesela. Hep uçarmış rüyalarında.

(Sahiden düşünüyorum da annemin uçtuğunu komik geldi baya) Uçurtma misali...

Büyüyordum der. Büyüklerinden öyle duymuş olsa gerek.

Ben uçmadıysam ne yani şimdi ben büyümemiş mi sayılıyorum anlamadım... Gayet sıradan bir karaktermiyim acaba ayaklarım karada mıhlanmış gibidir hep rüyalarımda. Aklım bir karış havada, başım göğe ermiş bir rüya falanda görmedim...

Peki anne sorarım sana... Bunların tümü diyelim ki bir rüya peki ben niye büyümedim?

Velhasıl kelam diyeceğim odur ki... Ben bu rüya işini çözemedim arkadaş... Amacı eğer bana kısa film seyrettirmek ise buyursun gelsin başım üstüne... Hatta uzun metrajına falanda razıyım ben...

Yazının yorumlaması da size kalmış hem de buyrun akşam niyetine...

Rüyalarda buluşmak dileğiyle...


Rüyazade Tosun Paşa...